31 Aralık 2014 Çarşamba

Yasemin Kokusu.

“Yasemin kokusu burnumu doldurduğunda trenin gelmesine 6 dakika vardı. Sıkıcı bir toplantının ardından patlayan lastiğim beni metroya mahkum etmişti. Taksiyle de gidebilirdim ancak nedense ayaklarım beni buraya yöneltmişti. Paparazziler ünlü Playboy Erdem Hezarfenoğlu’nun burada olduğunu görseydi neler yazarlardı acaba? Yasemin kokusu burnumu doldurduğunda aklımda bunlar vardı. Usulca kokunun kaynağına bakındım. Arkamdaki oturaklarda oturuyordu. Yanını boşgördüğümde bir anlığına kalbim yıllardır çarpmadığı kadar hızlı çarptı. Ona çaktırmamaya çalışarak hızlı adımlarla yanına ilerledim.
            Yanına oturduğumda kulaklığından gelen müziği duydum. Sadece dış görünüşüne baksaydım müziğin yabancı olacağına bütün paramla iddiaya girebilirdim ancak kulaklıktan dalga dalga yükselen “Elbet bir gün buluşacağız” şarkısını duymak beni şaşırtmıştı. Onunla tanışmanın bir yolunu bulmalıydım. Belki de bu kadın, o kadındı.
            Cebimden her zaman yanımda taşıdığım not defterimi çıkarttım. Kafamdan yüzlerce düşünce geçerken en basitinde karar kıldım. Kalemimi deftere yaklaştırıp yazmaya başladım. “Yasemin kokusu burnumu doldurduğunda trenin gelmesine 6 dakika vardı…” Arada bir kaçamak bakışlar atmayı ihmal etmemiştim. Kaçamak bakışlarım sonunda meyvesini verdi ve ne yaptığımı sorgulayarak elimdeki deftere bakmaya çalışmaya başladı. Daha rahat görmesi için pozisyonumu değiştirirken yüzünde oluşan gülümsemeyi fark ettim. Uzaktan trenin geldiğini bildiren siren öterken ismini sormak üzere ona dönmeye hazırlanmıştım. Artık hiçbir şekilde kendisini saklamadan elimdeki defteri okumaya odaklanmıştı. İsmini sormam gereken vakit yaklaşştı. Bu cümlemden sonra bir süre hiçbir şey yazmadan bekledim.
Bana sonsuz kadar gelen bir dakikanın sonunda gözlerini defterimden kaldırıp bana baktı. Göz göze geldiğimizde ve gözlerinin yeşili beni ele geçirdiğinde, dudaklarında hayatımda gördüğüm en güzel gülümseme vardı. Gülümsemesi sürerken elini uzattı. Ellerimiz birleştiğinde ellerindeki soğukluk ile içimdeki ateşbirbirlerine karıştılar. “Melis,” diye fısıldadı sessizce.
Ellerimiz ayrılacak vakit bulamadan trenin geldiğini bildiren siren sesi duyuldu. "Erdem," diyerek yanıtladım onu. Ellerimiz ayrıldığında ellerini bırakmamak için dünyaları verebilirdim. Tekrar göz göze gelip birbirimize gülümsedik. O kadını bulduğumu anlamıştım."
Yıllar önce yazdığım romanın en sevdiğim kısmını tekrar okurken kendi kendime gülümsüyorum. Başyapıtım o benim, en iyi günlerim...
Elimi kitabın sayfalarında gezdiriyorum. Uzun zamandır dışarı çıkmadım ve bu gece dışarı çıkmaya ihtiyacım var. Kahyamı çağırıyorum. Kızıl saçlı, uzun boylu genç bir oğlan çocuğu odaya girince şaşırıyorum. İlk sorum "Sen kimsin?" oluyor. Gözlerimin içine bakmak için kendisini zorluyor ancak ürkekliği bakmasına izin vermiyor. Bu sefer sesimi biraz daha yumuşak tutmaya çalışarak sorumu yineliyorum.
Kafasını kaldırıp yüzüme bakıyor ve kekeleyerek konuşuyor. "Ben Burak efendim, bundan sonra size ben yardımcı olacağım."
Değişiklikleri sevmem fakat bunu kahyama çaktırmıyorum.  "Daktilomun başındayken rahatsız edilmeyi sevmem,  bana asla kahve isteyip istemediğimi sorma kahveden nefret ederim ve aklındaki soruyu sor. Çekingen insanlardan nefret ederim."
"Anladım efendim," diyerek yanıtlıyor beni. Gözleri kitaplığımdaki kitaplar üzerinde dolaşırken soruyor. "Yasemin Kokusu efendim, söyledikleri gibi gerçek bir hikaye mi?"
Aylardır karşılaştığım her hayranın sorduğu soruyu duymak beni şaşırtmıyor. Derin bir nefes alıyorum. "Eğer sorun yoksa şoföre arabamı hazırlamasını söyle." Cevabıma şaşırırken ikiletmiyor ve odamdan çıkıyor. Romanımı yazdıktan sonra editörüm onun gerçek bir hikaye olduğunu ağzından kaçırmıştı. Ama bunun doğru olduğunu söylemenin Melis'e ihanet olduğunu düşündüğüm için kimseye doğru cevabı vermedim.
Kahyam odadan çıkınca hazırlanmak için dolap odama yöneliyorum. Üstüme en sevdiğim gömleklerden birisini geçirirken bunu bana Melis’in aldığını hatırlıyorum bir anlığına. Ona o kadar çok ihtiyacım var ki…
            Gözümden aşağıya bir damla yaş süzülürken neden gittiğini sorguluyorum bir kez daha durduğum yerde. O gün, o pastanede neden gitti, hala bilmiyorum. Kıyafetlerimi üstüme geçirmemin bitmesiyle kahyamın gelmesi arasında bir saniye bile yok.
            “Kuzeniniz aradı,” diyor yanıma yaklaşırken. “Acilen sizinle konuşması gerekiyormuş.”
            Çok sevgili kuzenim ve hiç bitmeyen merakları… “Ona sen beni görmeden önce evden çıktığımı ve nereye gittiğimi bilmediğini söyle.” Anlamayan gözlerle bana bakmasına aldırmadan evimin kapısına doğru yürüyorum. Şoförüm kapımı açmak için önüme doğru gelirken onu elimle durduruyorum. Anahtarları vermesi için elimi uzatıyorum. İsteksiz bir şekilde anahtarları elime bırakıyor.
            Arabaya oturup kontağı çalıştırıyorum. Altımdaki Audi hızla kendisini öne fırlatıyor. Evden çıkarken amacım arabayla bir iki tur atıp bir dağ başında kafayı çekmekti ancak içimden gelen bir dürtüyle evime en yakın bara yöneliyorum. Eskiden buraya çok gelirdim. Beyim uzun zamandır neden gelmediğimi sorgularken barın önüne geliyorum. Arabayı valeye teslim edip kapıdan içeri giriyorum. Ortam hiç değişmemekle birlikte içerideki kalabalık anında beni boğmaya başlıyor. Hızla bankoya yönelip oturuyorum. Herkes yılbaşının coşkusu içinde gülüyor veya bağırıyor. Kendime bile itiraf etmesem de onları kıskanmadan edemiyorum.
            Barmene bir duble viski istediğimi söyledikten sonra parasını ödeyip çevremdeki insanları incelemeye odaklanıyorum. Çok uzun değil, sadece bir sene önce, Melis’le yeni yılı beraber kutlamıştık. Yine bunun gibi bir barda oturmuş ve kim karşısındakini öpmemeye daha fazla dayanacak oyunu oynamıştık ve o kazanmıştı. Son mutlu günümüzdü belki de…
            Anılar beynime hücum ederken viskimi bir yudum almak için ağzıma götürüyorum. Tanıdık buruk tadı alınca gözlerimi kapıyorum ve açtığımda kalbim bir atımı kaçırıyor. Sevdiğim kadın, o kadın, bankonun tam karşısında gözlerini dikmiş bir şekilde bana bakıyor. Gözlerindeki ifadeyi anlatmak için benim gibi bir yazarın bile uygun bir kelimesi yok. Gözlerimiz buluştuğunda arada bir kıvılcım çakıyor adeta. Bardağı yavaşça masaya bırakırken gözlerimiz arasındaki bağı kopartmamaya gayret ediyorum. Derin bir nefes almaya gayret ederken yerimden kalkıp ona doğru yürümeye başlıyorum. Sanki bu bir işaretmiş gibi algılayıp o da harekete geçiyor.
Yuvarlak bankonun ikimize göre ortak noktasına kadar gözlerimizi ayırmıyoruz. Çarptığım insanları önemsemiyorum. O burada, dünya üzerinden bundan daha önemli bir şey olamaz. Orta noktaya geldiğimizde ikimizde konuşmadan birbirimize bakıyoruz bir süre. Gözlerinden acı, pişmanlık, sevgi, inkar duyguları artarda geçerken ben hissettiğim duygudan emin değilim. 
Birbirimizin karşısına gelince duruyoruz. Tanıdık yeşil gözler ve yasemin kokusu beni selamlıyor. Hiç değişmemiş, kendi kendime verdiğim ilk tepki bu. Benim henüz daha dilimin tutukluğu geçmezken ilk konuşan o oluyor. “Merhaba!”
Beynim duyduğum şeye tepki veriyor vermesine ama vücudum onu bir türlü dinlemiyor. Göz temasını bozarsam kaçıp gideceğinden korkuyorum. Gözlerindeki korkuya dönüşüyor bir anda, beni harekete geçiren de bu oluyor. “Merhaba,” diyerek yanıtlıyorum. Ardından hiç planlamadığım kelimeler dökülüyor ağzımdan. “Bunca zamandır nerelerdesin?”
Gözlerindeki ifade anlayışa dönüşüyor bir anda. “Her şeyi anlatacağım,” diye fısıldıyor. “İstersen dışarı çıkalım sen aşırı sesi fazla sevmezsin.”
Bütün hücrelerim beni düşündüğünü haykırıyor adeta. Heyecanımı dizginlemekte zorlanıyorum. “Olur,” diye fısıldayabiliyorum sadece. Elini uzatıp elimi tuttuğunda, soğukluğu bir kez daha sıcaklığıma karışıyor. Adımlarını takip edip bardan dışarı çıkıyorum.
Dışarı çıkınca Ankara’nın ayazı selamlıyor bizi. Valeye arabamı bir an önce getirmesini söylüyorum. Araba geldiğinde binmesi için Melis’in kapısını açıyorum. Melis zarafetle arabanın içine süzülürken, vale boş gözlerle bana bakıyor. Arabanın kapısını kapatıp valeye dönüyorum. Hiç bu kadar paragöz bir valeyle karşılaşmamıştım. Cebimden çıkarttığım bir tomar parayı ne kadar olduğuna bakmadan ona uzatıyorum ve direksiyona geçiyorum. Melis’e dönüp soruyorum. “Nereye gidelim?”
Düşünüyormuş gibi gözleri uzaklara dalıyor ancak cevabını önceden hazırladığına eminim.  “Tepemize gidelim mi?”
Tepemiz, bizim olan ilk yer, aklıma gelince duygulanmamı engelleyemiyorum. “Gidelim,” diyebiliyorum ona bakmadan. “İçecek bir şeyler almamı ister misin?” Kafasını sallayıp beni onaylıyor. Bir büfe görmem fazla uzun sürmüyor. Arabayı yanına park edip içeri giriyorum. Viski her zaman favorim olmuştur. Melis içinde çok sevdiği ballı şaraplardan bulunca mutluluktan havalara uçuyorum.
Arabaya döndüğümde saat 22:00’ı gösteriyor. Poşetin içindeki ballı şarabı görünce yüzünde oluşan gülümse yaklaşık bir yıl sonra ilk kez iyi hissetmeme neden oluyor. Arabayı çalıştırıp tepemiz dediğimiz, bütün Ankara’yı gözler önüne seren tepeye doğru sürüyorum. Vites küçültmek için elimi vites topuzuna attığımda elinin beni orada beklediğini ben bilmesemde elim biliyor. Elini uzunca tutmak yolu gidebildiğim kadar yavaş gidiyorum. Bunu hissederek bana dönüyor. “Artık hep buradayım, Erdem.”
Sözleri üzerimde yaratmaları gereken vurucu etkiyi yaratıyor. O burada, artık hep burada… Elimdeki elini dudaklarıma götürüp incitmekten korkarak öpüyorum. Utandığı zaman attığı kızarık gülümsemeyle karşılaşıyorum yüzüne baktığımda. O an ölebilirim, bunu bütün hücrelerimde hissedebiliyorum.
Tepeye varıp arabayı durduruyorum. Buraya kaç kez gelirsem geleyim ne kadar etkileyici olduğunu hep unutuyorum. Uzaktan yan yana Anıtkabir ve Kocatepe Camii güneş gibi parlıyor. Yüzlerce insanın evlerinden ışıklar karanlık geceyi aydınlatırken içkilerimizi açıp bardak ihtiyacı duymadan kafamıza dikiyoruz. Bir süre ikimizde konuşmazken aklımı kurcalayan soru bir anda dudaklarımdan dökülüyor. “Neden gittin?”
“Öyle gerekiyordu.” Yanıtı önceden hazırlanmış ve oldukça net.
Ne dediğinden bir anlam çıkartamıyorum. “Nasıl yani?”
“O zaman beraber olamazdık Erdem, birbirimiz için doğru insanlar değildik. Ama şimdi, artık önümüzde hiçbir engel kalmadı. Bütün gelecek bizim.”
Son cümlesi kafamda defalarca dönüp duruyor. Bütün gelecek bizim… Yarın, öbür gün, ondan sonraki gün, bundan sonra hep yanımda olacak. Omuz çukuruma yatıyor, kolumu omzuna atıyorum. Aynı eski günlerdeki gibi aşağıdan geçen arabaları izliyoruz. Uzun zaman sonra bir gelecek hayali kurabiliyorum. Yarın tatil, resmi daireler kapalı, Cuma günü yıldırım nikahı için başvursam haftaya evlenebiliriz. Fikrimi ona aktarıyorum. “Evlenelim mi?”
En başta şok olmuş gözlerle bana bakıyor. Tam reddedeceğini düşünüp içimde bir şeyler kırılırken gözünden damlayan yaşı görüyorum. “Evet,” diye fısıldıyor. Ona daha sıkı sarılıp dudaklarından bir buse çalıyorum.
Kafasını dizime yaslayıp gözlerini kapatıyor. Elimi kumral buklelerinde gezdiriyorum. Bütün dünya yeni bir yıla hazırken ben kendi dünyamı kuruyorum bu gece yeniden. Yol bilgisayarından saatin 23:45 olduğunu görünce Melis’i uyandırıyorum. Arabanın camını açtığımda aşağıdan boğuk bir müzik sesi geliyor. Gecenin başında barda kıskandığım insanları düşünüyorum, Melis’le karşılaşmasaydım neler olacağını kim bilebilir ki…
Ankaralılar 2015 yılını havai fişeklerle kutlarken gökyüzünden yılın ilk kar taneleri dökülüyor. Bizse nefesimiz kesilene kadar öpüşmeyi tercih ediyoruz. Ayrıldığımızda bir kez daha göz göze geliyoruz. “Evimize gidelim mi?” diye soruyor bu sefer.
“Neden, beni yatağa atmayı mı planlıyorsun?” Cevabıma ikimizde gülerken arabayı bu sefer evimize gitmek için çalıştırıyorum. Evimiz fikri bütün beyin hücrelerimi adeta ele geçiriyor.
Evin önüne gelip arabayı park ettiğimde çalışanlarımın hepsinin yattığını görüyorum. Koşar adımlarla yatak odama girip kendimizi yatağa bırakıyoruz. İkimizde sevişmek için fazla yorgun ve duygusalız şuan. Kollarımı bedenine sarıp kafamı saçına yasladığımda nasıl olsa bütün gelecek bizim diye düşünüyorum. Yasemin kokusu burnumu doldururken huzurlu bir uykuyu gözlerimi kapatıyorum.

*                           *                                        *                                 *                      *                              *
Uzun bir süre sonra mutlu uyandığım sabahta burnum geceden kalma yasemin kokusunu arıyor ancak aldığı sadece yastığımın üstündeki nemli koku. O an sarıldığımın Melis değil de ikinci yastığım olduğunu fark ediyorum. Akşamdan kalma beynim olayı idrak etmeye çalışırken erken kalkmış olabileceği düşüncesi aklıma geliyor. Rahat bir gülümsemeyle yataktan aşağıya ayaklarımı sallayıp banyoya yöneliyorum. Yüzümü yıkayıp odama döndüğümde Burak’ın kahvaltımı hazırlayıp tepsiyi getirdiğini görüyorum. Beni görünce gülümsüyor. “Umarım güzel bir gece geçirmişsinizdir, efendim.”
“Ah, oldukça güzel bir geceydi.“ Gülümsemesine karşılık verirken tek tabak getirdiğini fark ediyorum. Kaşlarımı çatıp soruyorum. “Arkadaşım nerede, Burak?”
Boş gözlerle bana bakıyor. “Hangi arkadaşınız, Erdem bey?”
Sinir katsayım yavaşça yükselirken kaşlarımı çatıyorum. “Ne kadar ilgisiz bir çalışanmışsın sende. Dün gece beraber uyuduğum arkadaşım nerede, diye soruyorum.”
Karşımda iyice küçülüp dili tutuluyor. Titrek bir sesle konuşuyor. “Efendim, gün doğduğundan beri yanınıza girip çıkıyorum. Hep tek başınıza yatıyordunuz.”
Kalbim bir atımdan fazlasını kaçırıyor. Gözlerim bir anlığına kararırken ayakta duramayıp yatağıma oturuyorum. Beni yine terk etmiş olamaz. Bu sefer hep burada olacağını söylemişti. Aklıma geride kalan tek seçenek gelirken sinirle yerimden kalkıyorum. “Nereye sakladınız lan onu?” diye bağırıyorum genç kahyamın yüzüne. Korkudan tutulmuş diliyle bana cevap veremiyor. Kahyamı itip yere düşmesine neden oluyorum.
Odamdan fırlayıp evimin içinde bir tur atıyorum. Girdiğim odaların hepsini dip köşe ararken karşıma hiç kimsenin çıkmamış olması onların şansına. Bana sonsuzmuş gibi gelen odaların sonuncusuna da baktıktan sonra içimdeki nefret kat ve kat artmış bir şekilde bakmadığım son yer olan mutfağa yöneliyorum. Gözlerimin önüne mutfak masasına bağlanmış bir Melis fotoğrafı geldiğinde neden ilk orayı kontrol etmediğimi anlamıyorum bile.
Mutfağa girdiğimde gördüğüm ilk şey bütün çalışanlarımın mutfak masasının çevresinde toplanıp fısır fısır bir şeyler konuştuğu oluyor. Beynim bağlanmış Melis imgesini bir kez daha gözümün önüne getirirken konuştukları şeylerin arasında kuzenim Murat’ın ismini duyabiliyorum bir tek.
            Bağırarak aralarına dalıyorum. “Hanginiz sakladı lan Melis’i?” Anlamamış görünen gözleri kanı iyice beynime sıçratıyor. Burak’ın ortalarında oturduğunu görüyorum. Her şeyi o planlamış olmalı. Tezgahın üstünde gördüğüm bıçağı kapıp Burak’ın üstüne yürüyorum bir kez daha.
Çalışanlarımdan hiç biri bana yaklaşmaya cesaret edemiyor. Genç kahyam ayağa kalkıp bir adım geri çekilirken yüzünün yanında turuncu saçlarının bile beyazladığını görebiliyorum. “E-efendim, ben bir şey yapmadım. Yemin ederim.”
“Onu nereye sakladığını söyle bana. Eğer söylersen seni öldürmem, ama eğer söylemezsen,” bıçağı yanağının üstünde gezdiriyorum. “Saçının rengini bir ton daha kızıla dönüştürürüm.”
Tam bıçağı biraz daha derine ittirip yüzünde bir yara izi açmaya hazırlanıyorum ki arkamdan bir ses duyuyorum. “Erdem, ne yapıyorsun sen?”
Büyük bir rahatlamayla arkamı dönüyorum. “Murat abi, sonunda geldin. Bana yardım et lütfen. Dün gece Melis’le tekrar birleştik ve beraber uyuduk. Ancak sabah uyandığımda bu alçaklar,” bıçağın ucunu çalışanlarımın olduğu tarafa çeviriyorum. “Onu saklamıştı. Onu bulmama yardım et.”
Anlayışla bana bakıyor. Bakışlarını görünce iyice rahatlıyorum. “Dert ettiğin sıkıntı bu muydu?” Gülümsüyor. “Melis sabah beni aradı ve sana yılbaşında hediye almadığı için kendini kötü hissettiğini söyledi. Bende bir araba gönderip onu aldırttım ve beraber sana hediye almak için mağazaya gittik. Şimdi de odanda seni bekliyor. Ayrıca çalışanlarının onu görmemesi çok normal, gazetecilere yakalanmaması için gizli geçitten çıkmasını söylemiştim.”
Duyduğum şeyler üzerimde o kadar büyük rahatlama hissi yaratıyor ki kelimelerle anlatamıyorum. Elimden bıçağı atıp yere yıktığımın kahyamın kalkması için elimi uzatıyorum. Ürkek gözlerle önce elime sonra yüzüme bakıyor. Hiçbir anlamamış bir ifadeyle elimi tutup ayağa kalkıyor. Omzunu sıkarken bir özür mırıldanıyorum.
Ardından kuzenimin yanından geçip büyük bir coşkuyla odama yöneliyorum. Aynanın yanından geçerken saçlarımı kontrol ediyorum. Kapının arkasında beni bekleyen kadına layık olacak kadar yakışıklı olmalıyım. Yüzüme kocaman bir gülümseme yerleştirirken kapımı açıyorum. Beklediğim manzaranın aksine üstüne hemşire önlüğü giymiş ızbandut gibi bir adam görüyorum ilk önce. Ondan sonra boynumda hissettiğim acıyla dünyam kararıyor.                                                                          *                           *                                        *                                 *                      *                              *
“Eğer bizimle daha fazla çalışmak istemezsen bunu anlayışla karşılarım.” Dünyam karardıktan sonra duyduğum ilk cümle bu. Gözlerimi açmak için çabalıyorum ancak bedenim bana ihanet ediyor. Beynim hala tek bir soru üzerinde dönüp duruyor. Melis nerede?
“Bazı şeylere anlam veremiyorum Murat Bey. Umarım kafamdaki soru işaretlerini yanıtlarsınız.” Sabahleyin suratını çizmek üzere olduğum kahyamın yüzünü görmesem de hala kendine gelemediğine eminim. Sanki iç kafamı yiyip bitiren soruyu duymuş gibi o da bir soru soruyor. “Melis kim ve nerede? Romanındaki karaktere aşık olmadı değil mi?”
Kuzenim derin bir nefes alırken konuşmaya başlıyor. “Yasemin Kokusu, tahmin ettiğin gibi gerçek bir hikaye.” Kuzenim orada en büyük sırlarımdan birisini ifşa ederken bedenim hala kıpırdamamakta ısrar ediyor. “En azından büyük bir kısmı gerçek, sonu canını çok yaktığı için yazamadı ve güzel bitirdi. Romanda yazdığı gibi tanıştılar, birbirlerini sevdiler, evlenme hayali kurdular, her şey çok mükemmel giderken bir anda ayrıldılar. Yani en azından Erdem buna inanıyor. Melis’in onu bir gün terk edip gittiğine ve bu gece olduğu gibi arada karşısına çıktığına inanıyor.” Duyduklarım bende şok edici bir etki yaratırken, duyduğum tepkiyle kahyamın da farklı bir şok yaşamadığını görüyorum.
“Peki, aslında ne oldu?” diye soruyor genç kahyam bu sefer.
“Erdem’in bir rahatsızlığı var. Olmayan şeyleri olmuş gibi kafasında kurgulayabiliyor.” Kuzenimin sigarasını yakmak için çakmağını yaktığını duyuyorum.
Kahyam bunu fırsat bilip atlıyor. “Şizofren mi yani?”
Kuzenim sigarasından derin bir nefes çekerken ilk kez elimi oynatabiliyorum ancak bu sefer de kolum yatağa bağlı olduğu için yerinden kıpırdamıyor. “Tam olarak öyle değil. Yani şizofreniyle bağlantılı bir hastalık ancak onun için bazı etmenlerde gerekiyor. Şizofreni öncelikle algılama ve düşünce alanında sorunlara yol açar. Mesela hasta garipten sesler duyar veya yanından birisinin geçtiğini zanneder. Erdem’in durumu bundan farklı, o daha çok gündüz rüyaları görüyor ve o esnada yaptığı şeylerin hiç birisini hatırlamıyor.” Duyduğum her kelime zihnimin biraz daha kararmasına neden oluyor. Gerçekten dedikleri gibi şizofren olabilir miyim veya gündüz rüyaları görebilir miyim? Dün gece Melis’i gerçekten gördüm mü yoksa sadece hayalimde yarattığım bir şey mi o? Yoksa demin yaptıkları sakinleştiriciler mi bu hayali görmeme neden oluyor?
Dinlediğim ikili bir süre konuşmadan oturuyorlar. Burak duyduğu şeyleri hazmetmeye çalışırken kuzenim ilkini söndürüp ikinciyi yakmak için çakmağını çakıyor. “Sabah uyandığında,” diyor Burak ürkek sesiyle. “Her şeyi hatırlıyor gibiydi.”
“Sana bazı etmenler olduğunu söyledim ve sen bunları sormadın. Sen sormadan cevap vereyim buna; alkol, uyuşturucu ve bazı yüksek sakinleştiriciler aldığı zaman oluyor bu gündüz rüyaları. Bu sabah uyandığında alkol vücudunu henüz terk etmemişti. Her şeyi hatırlıyordu. Kafası ayılmaya başladığı için hayali görmeyi bırakmıştı ancak hala olanları hatırlıyordu. Dün gece aradığımda dışarı çıkmaması için aramıştım onu fakat senin de yardımınla benden kurtuldu.” Kuzenimin acı bir şekilde gülümsediğini duyuyorum. “Normalde evdeki hizmetçiler ve kahyalar onun alkolden uzak tutulması gerektiğini biliyor. Ancak sizinle çalışmaya yeni başladığımız için size gerekli şeyleri söyleyememiştim. O yüzden biraz da benim hatam.”
“Gerçek hikaye ne Murat Bey?” Aklımdaki soruyu bir kez daha kahyam soruyor.
Kuzenim sigarasını kül tablasına sert bir şekilde bastırıyor. “Erdem ilk defa bir kadını bu kadar çok sevdi. O kadar çok sevdi ki, hayal gücü onunla oyun oynamaya başladı. Gerçekte olmayan şeylere inanmaya başladı. Önce ağır bir kıskançlık başladı, Melis’i benden bile kıskanıyordu. Kendi bağlantılarını kullanarak işinden attırdı, sürekli evde oturmasını istedi. Melis buna karşı çıktı. O karşı çıkınca Erdem iyice hırçınlaştı. Daha çok içti. İçtikçe olmayan şeylere daha çok inandı. Tabi biz bu duruma kadar hiçbir şeyin farkında değildik. Melis geldi benimle konuştu en başta abartıyor sandım. Ancak bir akşam burada yemek yerken ne olduğunu kendi gözlerimle gördüm.”
Kuzenimin söylediklerine beynim inanmayı reddediyor. Hatırlamaya çalışıyorum öyle bir yemeği ama her şey karanlık. Kuzenimse biraz dinlendikten ve kafasını topladıktan sonra devam ediyor. “Yemekte sadece üçümüz vardık ve her şey çok güzel gidiyordu. Melis’e yurt dışından bir iş teklifi gelmişti ve bunun yüzünden çok heyecanlıydı. Bir iki kadeh bir şey içtikten sonra Melis’in işi tekrar gündeme geldi ve Erdem sinirle böyle bir teklifi Melis’in kabul edemeyeceğini çünkü yanından ayrılamayacağını söyledi. Melis’in kopma noktası o an oldu. Hırsla yerinden fırladı ve onun da bir hayatı olduğunu her şeyi Erdem’e bağlı yaşayamayacağını söyledi. Ardından bu ilişkinin ona çok zarar vermeye başladığını söylediğinde Erdem elindeki kadehi ona fırlattı. Ben donup kalmıştım. Erdem yerinden fırladı ve Melis’e ardı ardına tokatlar atmaya başladı. Kendime gelip durması için Erdem’i tutmaya çalıştım ancak beni de itti ve yere düşürdü. Bende ani bir hareketle masadaki şişeyi Erdem’in kafasına geçirdim, bayıldı.”
Zihnim bir kez daha neler olduğunu hatırlamak için çabalıyor. Gözümün önüne daha önce hatırlamadığım bir imge geliyor. Melis, sevdiğim kadın, yerde yatarken bana durmam için yalvarıyor. Benimse sağ elim açık bir şekilde hava kalkık yere suratına inmek için bekliyor. Tanrım, bunu gerçekten de yapmış olabilir miyim? Sigara yakmak için duraklayan kuzenim anlatmaya devam ediyor. “Melis’i evden çıkartıp yurt dışındaki işi almasını sağladım. Erdem’i yakınlardaki bir hastaneye yatırıp neyi olduğunu öğrenmek için testler yaptırdım ve hastalığını öğrendim. Erdem uyandığında Melis’in onu terk ettiğini hatırlıyordu sadece. O günden sonra da hastalığının duyulmaması için elimden gelen her şeyi yaptım. Ve sen Burak, onun hastalığını bilen ilk çalışanımızsın. En azından bunu hak ettiğini düşünüyorum.”
İkisi de tekrardan konuşmadan bir süre duruyorlar. Bense yattığım yerde, yarın bunu tekrar unutacağımı düşünüyorum. Meğerse hayatımda ne kadar bilmediğim şey varmış benimle ilgili. Burak konuşuyor bu sefer. “Yani yarın sabah uyandığında hiçbir şeyi hatırlamayacak mı?”
“Evet. Ne dün geceyi ne de şuan konuştuklarımızı hatırlamayacak.” Kuzenimin uyanık olduğumu bilmesi beni şaşırtıyor. Ayak seslerinden yanıma doğru yaklaştığını duyuyorum. “Erdem, gözlerini açabilirsin.” Gözümü açtığımda ilk gördüğüm elleri oluyor. Meğer gözümü açamamamın nedeni ilaçlar değil gözümdeki garip aletmiş.  Ardından kahyamın ürkek yüzünü görüyorum. “Nasılsın?” diye soruyor kuzenim.
O an sorunun bir cevabı olmadığını fark ediyorum. Son yarım saatte o kadar fazla şey öğrendim ki nasıl olduğuma dair bir fikrim yok. Soruyu duymazdan gelerek bakışlarımı kahyama yöneltiyorum. “Bugün yaptığım hareket için, yarın hatırlamayacak olsam bile üzgünüm.”
Gözlerindeki ifade korkudan anlayışa dönüyor bir anda. Suratında yarım yamalak bir gülümsemeyle konuşuyor. “Önemli değil efendim.” Elini bağlı ellerimden bir tanesinin üzerine koyuyor. “Bundan sonra her zaman sizin yanınızdayım. Bana güvenebilirsiniz.”
Ona bakıp gülümsüyorum. Kafamı kaldırdığımda kapıdan içeri girmekte olan Melis’i görmek bu sefer beni şaşırtmıyor. Bana gülümseyip yatağımın yanındaki sandalyeye oturuyor. Onun gerçek Melis olmadığını biliyorum. Gerçeği benden uzakta olsa da mutlu ve huzurlu bir yaşam sürüyordur umarım. Yanımdakilere çaktırmadan kaçamak bir bakış atıyorum sandalyeye. Kuzenim bakışımı yakalıyor. Ben, başıma kakmasını beklerken Burak’a eliyle kapıyı işaret ediyor. “Hadi biz çıkalım, Erdem de biraz dinlensin.”
Onlar odadan çıktıktan sonra hayalimdeki Melis’e bu sefer dönerek baktığımda elinde romanımın olduğunu görüyorum. “Sana biraz kitap okumamı ister misin?” Ona gülümseyip başımla onaylıyorum. Başlamadan önce boğazını temizliyor. Bende iyice yatağa gömülüp gözlerimi yumuyorum. Hayran olduğum ses okumaya başlıyor.
“Yasemin kokusu burnumu doldurduğunda trenin gelmesine 6 dakika vardı…”

22 Aralık 2014 Pazartesi

Obliviate

Tür: Fanfiction
Fandom: Harry Potter
Hikaye Adı: Obliviate
Kelime Sayısı: 1038
         
         Ve sonunda en büyük korkumun gerçekleştiği eve girerken gözümden akan yaşlara aldırmıyorum. Şu koskoca dünyada sevdiğim tek insanı kaybettim. Onu korumak için yaptığım onca şeye rağmen koruyamadım. Ortasında kocaman bir yarık olan kapıyı yavaşça itiyorum. Bu evde biz yaşıyor olabilirdik. Şu an yerde yatan kişi James Potter değil ben olabilirdim. Ona bu geleceği yaşatmamak için elimden gelen tek şeyi yaptım fakat yeterli olamadım.
         Yerde yatan eski düşmanımın cesedini geçip merdivenlere yöneliyorum. O, üst katta, bunu hissedebiliyorum. Merdivenlerin başında düğünlerinden kalan bir fotoğraf var. O fotoğraftaki biz olabilirdik. Biz olacaktık. Gözyaşlarım artık önümü görmemi engellerken çocuk odasının kapısında duruyorum. Kapının önünde durup gözlerimi kapatıyorum. Biraz sonra göreceğim sahne için kendimi hazırlamaya ihtiyacım var. Ama hangi büyü, hangi çalışma insanı sevdiği kadının cesedini görmeye hazırlayabilir ki? Kapıyı açtığımda bir bağırış duyuyorum. Benden geldiğini bildiğim ama attığımı bilmediğim bir bağırış. Hemen koşarak yanına gidiyorum. Bedeni soğuk, gözleri açık. Uğruna ölebileceğim yeşil gözler boş bakıyor bu sefer bana. Kafamı yasemin kokan kızıl saçlarına gömerken hıçkırıklarla ağlıyorum. Gözümün önüne her şeyi değiştiren kararım geliyor. Yasemin kokusu ciğerlerimi doldururken geçmişe doğru bir yolculuğa çıkıyorum.
         Hogwarst – 2 yıl önce
         “Ben ayrılmak istiyorum,” kelimeler ağzımdan çıktığında zamanı geri almak için yapabileceğim her şeyi yapmaya hazırım. Fakat olması gereken bu, Karanlık Lord böyle bir zaafım olduğunu bilmemeli.
         Gözlerimin içine bakarken gözlerindeki sevginin nasıl bir anda nefrete dönüştüğüne şahit oluyorum. Bir dakika önce içindeki aşkı anlatarak bakan gözler önce yavaşça aşağıya iniyor ve ardından tekrar baktığında bu sefer içinde milyonlarca duygu barındırıyor. “Neden?” diye fısıldayabiliyor sadece gözünden ilk damlası düşerken.
         Hayır, güçlü olmalıyım. Bir karar verdim ve geri dönemem. “Artık seni sevdiğimi hissetmiyorum, birbirimize çok uzağız,” diyorum kendimden bir kez daha nefret ederken. Daha iyisini bulmalıydım, benden tamamen nefret etmeliydi. Şu an ağlıyor olmamalıydı.
         Gözlerindeki yaşları elinin dışıyla silerken gözlerini gözlerime kitliyor. O yeşillerin beni hapsetmesine izin vermemeliyim. Bana inanmadı. “Henüz daha dün sabah bensiz bir hayat düşünemediğini, bensiz yaşamak istemediğini söylemiştin, Severus,” diye bağırıyor.
         “Öyle zannettim,” diyorum gözlerime gelen yaşları geri göndererek. Hayır, ağlayamam şu an. “Benimkisi sadece alışkanlıkmış Lily,” yalanımı başka bir yalanla desteklerken gözlerim artık yanmaya başlıyor.
         “Sen! Bu! Dünyadaki! En! Şerefsiz! İnsansın!” her bir kelimesini teker teker vurguluyor. Artık gözyaşlarını silmeye tenezzül bile etmiyor. Yere çöküp başını ellerinin arasına alıyor. İçimde bir şeylerin parçalandığını hissedebiliyorum.
         “Üzgünüm Lils,” diyorum. Eski günlerdeki gibi çeviriyor kafasını bana. Ayağa kalkıyor yavaşça. Birazdan yanıma gelecek kollarını bana sarıp omzumda ağlayacak sanki. Her adımı yıllarmış gibi geçen bir sürenin sonunda yanıma geliyor. Kollarını uzatıyor. Kollarımı uzatıyorum fakat o esnada yanağımda patlayan tokatın acısıyla bir adım geriye gidiyorum. Böyle olacağını bilmeliydim. İçimdeki acıyla derin bir nefes çekiyorum. Hayır, tokat değil canımı yakan, barındırdığı nefret.
         “Bunun olacağını bilmeliydim. Sen kalpsiz bir adamdan başka bir şey değilsin Severus Snape!” gözleri o kadar acı, gözleri o kadar sertki… “Seninle evlenecektim Severus. Bütün hayatımı senin uğruna harcamaya hazırdım.”
         Dedikleri canımı yakıyor fakat dediği kalpsiz adam olmalıyım, yoksa onu bırakamam. “Seninle mükemmel bir geleceğim olabilirdi Lils ama doğru olduğunu bildiğim şeyi yapmalıyım. Sevmediğim bir kadınla böyle bir gelecek hayali kuramam.” Söylediklerim için kendimden nefret ediyorum ama duyması gerekenler bunlar. Nasıl olsa bunların hiç birini hatırlamayacak.
         Gözlerimin içine bakıyor. Orada dün gece bıraktığı adamı arıyor ama yok. En derine gömdüm çünkü onu. Bilmemeli, benden nefret etmeli. Birazdan yapacağım şey hatıralarını ondan alacak ama duygularını değiştiremem. O yüzden benden nefret etmeli. “Senden nefret ediyorum!” diye bağırıyor sanki düşüncelerimi duymuş gibi.
         İçimdeki fırtınaları dinlemeden gülümsemeye çalışıyorum. “Lütfen Lils, büyütmeyelim.” Sonrasında atmaya çalıştığım kahkahaysa tam bir hayal kırıklığı.
         Üstüme yürüyor bir kez daha, bu sefer hazırlıklıyım. Suratımı geri çektiğimde göğsümü dövüyor yumrukları. “Neyi büyütmeyeyim Snape. Seninle evlenmeyi planladığımı mı, senden doğacak çocuklarımın hayalini kurduğumu mu yoksa inandığım her şeyin bir yalan olduğunu mu?” Kalbim sıkışıyor. Gerçekten çok kötü bir insanım ama iç sesim yaşaması için tek yolun bu olduğunu bir kez daha hatırlatıyor bana. “Potter ve arkadaşları haklıymış. Sen gerçekten iğrenç bir insansın.”
         “Lütfen Lils, güzel zamanlar geçirdik. Bunun anısına saygı duyup daha ileri gitme,” ellerini tutmak için ellerimi uzatıyorum. Hızla ellerini çekiyor.
         “Bana dokunmaya çalışma seni aşağılık herif. Bundan sonra seni görmek bile istemiyorum,” artık karşımda ağlayan bir kadın yok. Gözleri sinirden çakmak çakmak bir kızıl cadı var.
         “Bu işimi kolaylaştırır,” deyip o günkü tek gerçek gülümsememi sunuyorum ona, son gülümsememi. Ardından o henüz ne olduğunu anlamadan asama atıyorum elimi. Dokuz harfi çok kısa sürede söylüyorum. “Obliviate.” Artık gözleri boş bakıyor. Hızlı olmalıyım, yokluğum fark edilmemeli. Daha önceden sersemletip çalılıkların arasına sakladığım James Potter’ı çıkartıyorum. Ne ironi ama bugün sevdiğim kadının kalbini kırdım ve tamir etmesi için en sevmediğim kişiye güveniyorum. Göle bakan bankın üstüne yan yana olmaları için ikisini de taşıyorum. Kalbim sıkışıyor, nefes alamıyorum. Ama bunu yapmalıyım.
         Onları yan yana koyduğumda Lily’nin başı ister istemez James’in omzuna düşüyor. Ölümün bile canımı bu kadar acıtacağını sanmıyorum. Asamı bir kez daha kaldırıp zihinlerine bir duvar örüyorum. Bu ilişkiyi sadece üçümüzün bilmesi işimi kolaylaştırıyor. İşim bittiğinde onlara bakıyorum. Sıcak bir cumartesi sabahında güneşin batışını izleyen iki sevgiliden farkları yok. Kalbime saplanan bıçaklara aldırmadan ellerini üst üste koyuyorum. Artık beni sadece çocukluk arkadaşı olarak hatırlayacak ama yapmam gereken son bir şey daha var. Benden tamamen nefret etmeli. Ona o şekilde hitap etmeliyim. O zaman bana karşı hiçbir şey hissedemez. Fakat şimdi değil. Kalbim bugün daha fazlasını kaldıramaz. Yüzümü, yüzünün hizasına getirip ona son kez bakıyorum. Uyurmuşçasına huzurlu, sanki onu ihtiyaç odasında uyurken izlediğim günlerden birisindeyiz. Gözlerimi kapatıp o anın fotoğrafını çekiyorum kafamda. Bir ömür onu böyle hatırlamak istiyorum.
         O gece
         Aşık olduğum kadının saçlarını öperken, bir kez daha her şeyin farklı olabileceğini fısıldıyorum kendime. O gün o kararı vermeseydim, sevdiğim kadını seçseydim her şey farklı olabilirdi. Aptal planlarımın ve yanlış kararlarımın canı cehenneme. Kafamı kaldırıp tanrıyı bulmayı umarak tavana bakıyorum. “Al canımı, al canımı artık lütfen, yaşamak için bir amacım kalmadı,” sanki duamı yanıtlamış gibi bir şimşek sesi duyuluyor dışarıdan. Şimşek sesinin peşinden korkmuş bir bebek ağlaması duyuluyor. Evet, var. Ondan kalan son hatırayı korumalıyım. Sevdiğim kadını usulca yere yatırıp ayağa kalkıyorum. Beşiğin içinde ağlayan çocuğa, benim çocuğum olabilecek çocuğa, yöneliyorum. Onu kucağıma alamam, hayır. Ama bir ömür onu koruyacağım. Sen çocuk, sen ondan bana kalan tek hatırasın. Dışarıdan Black ve Hagrid’in sesleri geliyor. Artık gitmeliyim. Son kez ona bakıyorum. “Sana söz veririm Lily Evans. Son nefesine kadar oğluna göz kulak olacağım.” Ardından asamı kendime çevirip cisimleniyorum.

         Severus Snape hiçbir zaman bilemedi, fakat cennette Lily ve James Potter çifti el ele gülümsediler.

3 Aralık 2014 Çarşamba

Bir Alkoliğin Anıları.

Merhaba, blogumdaki ilk hikayem olarak 31.03.2014 tarihinde dedemin hatırasına yazdığım bir hikayeyi seçiyorum, iyi okumalar.

Kategori: Özgün Hikayeler
Tür: Dram
Uyarılar: Alkol/Sigara/Uyuşturucu
Kelime Sayısı: 1122

        En güzeli daima ilk kadehtir. Bir umut saklar içinde. İçeceksin, bir yudum içeceksin ve her şey daha güzel olacak. Dün hiç yaşanmamış olacak, yarınlar senin olacak. Yavaşça doldurursun ilk kadehi, özene bezene. Eski usul, bardağın üçte ikisi kadar rakı, üçte biri kadar su, tek buz. Biraz da beyaz peynir koyarsın yanına. Dostun yoksa beraber içeceğin, fazlası israf. Arkadan da açarsın bir Müzeyyen veya Zeki, önce derin bir nefes, geceye hazırlık.  Burnuna gelen anason kokusu… Gülümsersin yavaşça, bir yudum, sonra her şey daha güzel olacak. Uzanırsın bardağa, soğuk ama böyle en tatlısından. Kaparsın gözlerini, bir iki saniye içinde dudaklarında bardak. Büyükçe bir yudum, ağzını yakan bir tat, ama alışmışsındır seversin o yangıyı. İlk yudumu aldıktan sonra ağzında bekletip dişlerinin arasından bir nefes çekersin, malum akciğerlerde alsın nasibini. Ağzında rakı kalmayınca açarsın gözlerini, bir bakarsın çevrene, her şey aynı hiçbir şey düzelmemiş. Düzelmeyeceğini bilirsin ama bir umuttur işte, insanı hayatta tutan. Ufak bir parça peynir atarsın ağzına, su içmezsin rakının üstüne çünkü alışmışsındır artık. Müzik devam eder arkadan. Zeki Müren bir kez daha “Elbet bir gün buluşacağız,” der. Bir kez daha buluşur bardak ve dudaklar. Yavaşça bırakılır masaya rakı. Gözler dalar uzağa, hatıralara. Bölük pörçük anılar hücum eder beynine. Yalnız içmenin en kötü yanı da bu ya işte. Düşünecek ne kadar çok şey var şu kahrolası dünyada. Bunu düşünürken bardağını bir kez daha eline alırsın. Dibinde bir buçuk yudum kalmış. Ayarsız içmişsin bu gece. Kalanı tek yudumda dikersin kafana.
         
        İkinci kadeh. En hızlısı. İlk kadehteki özen kalmamıştır artık. Yılların alışkanlığıyla doldurursun kadehi. Buz yok bu sefer. Bardak soğumuş. Arkada dönen müzik değişir sürekli. Her müzikte senin ruh halinde tabi. Orhan abi başlar, “Zor değil, seviyorum seni derken bana özür dilemek.” Hemen aklına anılar hücum eder tekrar. Hayatta dilediğin son özür, sesini son kez duyduğun gün.  “Bu kaçıncı özür ha, bu kaçıncı söz?” Son diyemediğin için kaybettin ya zaten. Anılar iyice vururken kaçışı rakıda bulursun. Çok büyük bir yudum, peynirsiz. Çünkü ağzındaki tat giderse onun anıları gelecek aklına. Bir hatıra daha gelir aklına, birbirinize gözlerinizin içine bakarsınız. Gözlerinin yeşili bir kez daha hapseder seni kendine. “Sonuna kadar,” sözlerin en ağırı, en yücesi, en yakanı. Duyarkende bilirsin aslında olmayacağını ama ümit… Nietzsche derki; Ümit kötülüklerin en kötüsüdür çünkü işkenceyi uzatır. Şu senin her gün yaşadığın işkence. Ahmet Kaya başlar arkadan, “O mahur beste çalar, müjganla ben ağlaşırız.” Gözünden bir damla yaş düşerken bardağının kalanını dikersin kafana.
         
        Üçüncü kadeh. Hayaller. Gözünden düşen damlayı iki parmağınla silersin. Fazla özene gerek yok, nasılsa son damla olmayacak. Kadehini doldurduktan sonra hızlı bir yudum alırsın. Sonra uzaklara dalar gözlerin. Yarın farklı olacak, sabah uyandığında o gelmiş olacak, ellerinde market poşetleriyle. Kahvaltını hazırlayacak önce, ardından yatağına gelip öperek uyandıracak seni, yine kollarını saracaksın ona, çekeceksin kendine kocaman yatağın bir kenarı boş olmayacak. Dakikalarca sarılacaksın ona orada. Sana kahvaltının soğuduğunu artık kalkmanız gerektiğini söyleyecek. Fakat bileceksinki aslında o da kalkmak istemiyor. Yataktan kalkacaksınız, mutfağa kadar el ele. Çok üşür elleri, herkes bilmez, sen bilirsin. Masaya oturacaksın karşına oturacak, ellerinizle besleyeceksiniz birbirinizi. Kahvaltı masasını öyle bırakıp televizyonun karşısına geçeceksiniz. Güzel bir aşk filmi. Çünkü o sever, sen yine onun için dayanacaksın. Film başlayacak siz battaniyenizin altına gireceksiniz. Elini omzuna atacaksın, kafasına göğsüne dayayacak. Filmin ortalarında iyi adam kadını tam kaybederken daha sıkı sarılacak sana. Çünkü o da seni kaybetmekten korkuyor. Film bitecek ve siz yılların özlemiyle sarılacaksınız birbirinize.  Ardından koluna yatacak tekrar. Saatlerce konuşacaksınız, güleceksiniz. Gece olacak, ikinizde yorgunsunuz. Kollarında uyuyacak yine, eskisi gibi. Jasmimum* kokusu sarhoş ederken seni gözlerini kapatacaksın. Gözlerini açtığında önündeki yarım yamalak masayı ve griyle kırılmış dumanlı beyaz bardağı görünce hayallerin cam gibi parçalanır. Gözünden bir öncekinden daha fazla yaş düşerken bardağına çoktan uzanmışsındır. Arkada Müslüm Baba bağırmaktadır, “Herşeyi al bana beni geri ver, bir şansım olsun.” Rakıyı kafaya dikerken şarkının güzelliğine bir kez daha hayran kalırsın. Daha ne kadar içtiğini bilemeden boş bardağı masaya koyarsın.
         
        Dördüncü kadeh. Hayaletler. Ne ara içtin o kadar içkiyi? Farkında değilsin. Aslında içmedin o kadar. Mesela dünyan dönmüyor şuan. Yada seni büyüten deden karşında oturmuyor. Kınayan gözlerle bakmıyor sana. Gülümsüyorsun dedene, itiraf et aslında gelmesini bekliyordun. Gülümsemene karşılık vermiyor, konuşmuyorda. Sadece kınayan gözlerle sana bakıyor. Ne derdi deden, “Kadın ve içki… Birini adabıyla seveceksin, ötekisini adabıyla içeceksin.” Sen ne kadınını adabıyla sevebildin ne de içkini adabınla içebildin. Mahcupsun ona karşı. Arka da bu sefer Muazzez var, “Unutulmuş birer birer, eski dostlar, eski dostlar.” Bir anda dedenle ilgili bir anın doluyor beynine. Soğuk bir akşam, martın son gecesi,  11 yaşındasın. Ailen yine dedenlere bırakmış seni, zaten deden ölmeden bir yıl kadar anca evvel. Deden içiyor, rakının beyazına takılıyor gözlerin. Yıllardır görmüşsün ama hiç içmemişsin. Hele o kokusu yok mu… Senin gözlerin rakıda, dedenin gözleri sende. Usulca çağırıyor seni yanına. Çay bardağı istiyor babaannenden, çok az rakı biraz daha az su, bir yudumdan biraz küçük bir rakı beyazlığı. İç, diyor ama tükürmek yok. Kalbin vuruyor küt küt. İlk kez orada buluşuyor rakıyla dudakların, içini yakıyor. Daha önce hiçbir şey bu kadar yakmamış içini. Hiçbir şey bu kadar yakışmamış dudaklarına. Ne kadar tükürmek istersen iste, tutuyorsun içinde, çünkü o yakışır sana. Su da vermiyor deden peşine, ne kadar ağır başlarsan o kadar rahat içersin. İçtiğin bir yudum rakı kanında dolaşırken kendini büyümüş hissediyorsun. Ama büyümedin, aksine küçüldün. Artık onsuz yaşayamayacaksın. Deden tekrar bakıyor sana. Bakışları biraz anlayış kazanmış sanki. Önündeki boş kadehi işaret ediyor. Sahi ne zaman bitti dördüncü kadeh.

        Beşinci kadeh. En acısı. Dedenin hayaleti odayı terkedince bir kez daha yalnızlık sarıyor ruhunu. Kadehi doldurunca boşalan 50lik şişesine bakıyorsun. Hani bu sefer hepsini içmeyecektin, sadece hayallere kadardı bu sefer. İlla bu noktaya gelmek zorunda mıydın? Peynirinde bitmiş bak, şimdi kim kalkıp mutfaktan alacak? Çay da içmedin bu sefer arada, miden de dinlenmedi. Kalbin zaten hasta. Ölsem ne olacak diye düşünme. En fazla iki kürek toprak atarlar ardından. Ailesi dağılmış, sevdiği terketmiş bir insanın arkasından kim ağlar? Uğursuzsun sen. Sevdiğin kim kaldı yanında? Bir yudum daha. Gözlerin uzaklarda yine. Bu evde ne çok anınız var böyle. Şu köşede ilk kez öpmemiş miydin onu? Şu yatak değil miydi ilk kez yattığınız? Şu kanepenin üstünde kaç kere film izlediniz ben bile unuttum. Kaç nefes aldın bu evde be adam, yanında o varken? Son kez içiyorsun, bu gece, bu evde. Çünkü yarın yok. Çünkü daha fazla olmasını istemiyorsun. Bak yine bitmiş bardak. Hani dibinde birazcık bırakacaktın kadehin, bu işin rajonu böyleydi, dedene söz vermiştin. Bak işte kötü bir evlatsın sen, kötü bir sevgili, kötü bir torun, kötü bir arkadaş, kötü bir insan… Masayı olduğu gibi bırakıp yatağına gidiyorsun. Bu gece farklı, farkındasın. Kalbin her zaman attığından biraz yavaş atıyor sanki. O gece, bu gece mi? Ah keşke… Kendini yatağa bırakıyorsun hızlıca. Sezen duyuluyor arkadan, “Elveda sevgilim, sana da sana da elveda. Elveda bütün suçlara, bütün cezalara. Yolculuk zamanı yaklaştı, biliyorum. Bir yandan içimde bir şeyler acımakta.”  Gözlerini sımsıkı yumuyorsun. Bir daha açmamayı umarak, bir daha açmamak üzere… 

Umarım beğenmişsinizdir.